Prof. Dr. Alâeddin YAVAŞCA

Prof. Dr. Alâeddin YAVAŞCA

Zeki Yılmaz


1 Mart 1926’da Kilis’te doğdu. Babası Kilis’li Şair Yavaşca’zade Sezai
Efendi’nin oğlu Hacı Cemil Efendi, Annesi Kınoğlu Kadri Efendi’nin kızı
Enver Hanım’dır.
Kilis Kemaliye İlkokulu ve Kilis Ortaokulu’nu bitirdikten sonra lise birinci
sınıfına yatılı olarak Konya Lisesi’nde başladı, 2 ve 3. sınıfları ise
İstanbul Erkek Lisesi’nde birincilikli tamamladı. 1945 yılında İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesine kaydoldu.
1951 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan
Yavaşca, İstanbul Üniversitesi 1. Kadın Doğum Kliniğinde, Ord. Prof. Dr.
Tevfik Remzi Kazancıgil’in yanında Haseki Hastanesinde ihtisasını yaptı
ve 1955 yılında Kadın-Doğum Mütehassısı oldu.
Askeri hizmetini Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi’nde yapan Yavaşca,
Istanbul, Zeyneb Kamil Doğumevi ile Taksim İlk Yardım Hastanesi’nde
doktorluk, Şişli Etfal Hastanesinde Başasistanlık ve Şef Muavinliği
görevlerini yaptı. 1969 yılından itibaren Vakıf Gureba Hastanesinde 1976
yılına kadar Kadın-Doğum Kliniği Şefliği yaptı ve bu hastanede olmayan
Doğum Bölümü’nü kurdu. 1976 yılında, Haseki Hastanesi Kadın-Doğum
Kliniği Şefliğine naklen atandı. Bu süreler içinde birçok Kadın-Doğum
Mütehassısı yetiştirmiş olup 1 Ekim 1985 tarihinde hastanenin Başhekimi
oldu.
Prof. Dr. Yavaşca, 1980 yılında Birleşik Amerika, Baltimor şehri, Johns
Hopkins Üniversitesi Hastanesi’nde “İdarecilik ve Aile Planlama
Kurslarını” da bitirmiştir.
Prof. Dr. Yavaşca’nın mesleki hayatı esnasında Tıp Dünyası, Şişli
Hastanesi Bülteni, Zeynep Kâmil Hastanesi Bülteni, Vakıf Gureba
Bülteni, Haseki Tıp Bülteni ile Sağlık Bakanlığı Bülteninde yayınlanmış
54 bilimsel neşriyatı bulunmaktadır. Birçok Ulusal ve Uluslararası
sempozyumlara katılmış ve bildiriler sunmuştur.


Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın mûsıkî hayatı; doğduğu ve ailece bağlı
bulunduğu Kilis’te küçük yaşlarda başlamıştır. Ortaokul öğretmeni olan
Zihni Çelikalp’ten Batı Mûsıkîsi keman dersleri aldı…
Eğitim için geldiği Istanbul’da, Saadeddin Kaynak, Münir Nureddin
Selçuk, Dr. Subhi Ezgi, Hüseyin Sadeddin Arel, Zeki Arif Ataergin, Nuri
Halil Poyraz, Refik Fersan, Mes’ud Cemil, Ekrem Karadeniz, Dede
Süleyman Erguner, Dr. Selahaddin Tanur gibi üstadlardan mûsıkînin
inceliklerini öğrendi. İstanbul Belediye Konservatuarı, İleri Türk Musikisi

2

Konservatuarı, İstanbul Üniversitesi topluluklarında solist olarak yer aldı.
1950 yılında İstanbul Radyosunda solist icracı oldu.
Türkiye Radyolarında ve TRT Bünyesinde “Danışma, Denetleme ve
Repertuar Kurullarında üyelik ve başkanlık dâhil önemli görevler üstlendi.
1967’den itibaren solistliği yanında Koro Yöneticiliği de (Klasik Türk
Musikisi Erkekler Korosu ve Beraber Şarkılar) yapmıştır. Ayrıca belirli
zaman aralıklarıyla Türkiye Radyolarına alınan stajyerlerin hocalığını
yapmış ve onların san’atçı olmalarına katkıda bulunmuştur. Bu
faaliyetlerinin dışında Milli Eğitim Bakanlığı “Türk Mûsıkîsi Araştırma,
Değerlendirme ve İnceleme Kurulu” ile Devlet Plânlama “5. Beş yıllık
Türk Mûsıkîsi Eğitimi Komisyonu”nda üyelik yapmıştır.
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca, Türk mûsıkîsinin, devlete bağlı ilk
konservatuarın kurucuları arasında 1976’dan itibaren Yönetim Kurulu ve
Öğretim Kadrosunda görev almıştır. Türk Mûsıkîsi Devlet
Konservatuarının, YÖK yasasıyla İstanbul Teknik Üniversitesine
bağlanmasından sonra, oluşturulan Danışma Biriminde de yer almıştır.
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığının
19/03/1990 tarihli yazısıyla İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi
Devlet Konservatuarı Profesörlüğüne atanmış olup, ayrıca
konservatuar’ın Ses Eğitimi Bölüm Başkanlığı’nı da sürdürmüştür. Ancak
“yaş haddinden emekli olanlar” için çıkartılan yasa nedeniyle 2005 yılı
Nisan ayı sonunda İ.T.Ü.D.K.’dan ayrılmış ve Haliç Üniversitesi’nde
göreve başlamıştır.
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın icracılığı yanında 652 adet Beste, Semai,
Kar-ı Natık, Şarkı, Çeşitli Saz Eserleri (Peşrev, Saz Semaisi, Methal,
Etüd), Marş, Divan, Çocuk Şarkıları ile Mevlevi Ayini ve İlâhi formunda
besteleri vardır. Bestelerinin birçoğu radyo repertuarında yer almış, plâk
ve kasetlerde yer almıştır.
Çağımızın Dede Efendi’si unvanı ile anılan ve bu unvanı hak eden Prof.
Dr. Alâeddin Yavaşca Hocamız, 23.12.2021 tarihinde Istanbul’da vefat
etmiştir…

“HEPİMİZİN HOCASI”

Zeki YILMAZ
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca, çok yönlü oluşu ile son çağın önemli isimlerinden biri
olarak adını tarihe yazdırmıştır…
Hekim/tıp doktoru, müzisyen, akademisyen, psikolog ve hoca (uzmanı olduğu kadın
doğum doktorluğu ve müzisyenliği ile…) ve de bu özeliklerini kişiliğinde bütünleştirdiği
örnek şahsiyeti ile çok güzel bir isim olarak daima anılacaktır…

3

Yavaşca, Istanbul’a geldiği ilk yıllardan itibaren doktorluk mesleğinde emin ve hızlı
adımlarla ilerlemiş olmasına rağmen, aynı titizliği gösterdiği mûsıkî alanında da
aranılan bir müzisyen/solist olarak kısa zamanda adını duyurmuştur…
Şüphesiz ki mesleği ve mûsıkî alanında yaptığı çalışmalarda son derece titiz
olmasının başarısında önemli bir rolü vardır. Öğrenme arzusunun yanısıra kısa
zamanda araştırmacı kimliği ile icracı, hoca ve akademisyen olarak ön plâna
çıkmasını bilmiştir.


Türk mûsıkîsi tarihinde çeşitli dönemler yaşanmıştır. Ne var ki tarihin solgun sayfaları
arasında kalmış olan dönemlere dair belgeler “Bin yıldan bu yana” günümüze
yeterince gelmemiştir. Büyük bilgin Farabi’nin (870-950) yazdığı mûsıkîye ait eserler
adeta başlangıç için kaynak teşkil etmektedir. Farabi aynı zamanda günümüzde de
kullanılan Ud, Kanun gibi sazların da imalatını gerçekleştirmiştir.
Farabi’den yaklaşık üç yüz yıl kadar sonra Safiyüddin Urmevi (1224-1294) ve
ardından Abdülkâdir Meragi (1360-1435) iki büyük müzisyen, bestekârlıklarının
yanısıra çok önemli mûsıkî kitapları yazdılar…
Fatih Sultan Mehmed, Istanbul’u (1453) fethetmenin ardından bu büyük ve önemli
şehrin daha da geliştirilmesi yönünde büyük çalışmalar başlattı. Öncelikle şehrin
kültür ve sanat merkezi haline getirilmesi için dört bir yana haberler gönderilerek ilim
ve bilim adamları dâhil, sanat ehli kişiler davet edildi. Enderun Mektebi kuruldu. En
önemli derslerin başında mûsıkî geliyordu…
Fatih Sultan Mehmet aynı zamanda iyi bir şairdi. Ancak kendi adı yerine “Avnî” adını,
imzasını (Mahlas/Lakap) şiirlerinde kullanıyordu. Çok iyi eğitim almış ve hemen her
konuda iyi yetişmişti.
Asya bozkırlarından yola çıkarak Avrupa’nın büyük bölümünde etkili olan Türk
akıncıları, her gittikleri yerlerde silahtan çok kültür birikimleri ile etkili olmayı
başarmışlardı. Oralarda gelişen ilimlerden istifade ile gerekli olan yenilikleri de
Anadolu’ya getirmeyi ise ihmal etmediler. O zamana kadar Asya’da kullanılan, beş
ses (Penta) ile icra ettikleri mûsıkîyi, Avrupa’lıların tespit ettikleri değerlerde, yedi sesi
kullanarak mûsıkîlerini bu yönde geliştirmeye başladılar. Ancak bu tespit ile duygu ve
hislerini ifade ettikleri mûsıkî değerlerinden yine de vazgeçmediler. Türkler her ne
kadar beş sesli nota sesleri ile duygularını ifade etseler de, makam sisteminden ödün
vermeden yedi sesli nota seslerine de çabuk adapte oldular.
Batı, yedi sesli, aralıkları (Tam ve Yarım) olarak ikiye bölünmüş değerlerle nota
seslerini kullansa da Türk insanı icra ettiği mûsıkîsinde bu sesleri (aralık) kullanmadı.
Bunun yerine beş sesin eksikliğini kabullenip yedi nota sesini esas aldılar. Ancak
aradaki fark şöyle idi:
İki ses arasındaki bir tam ses batıda ikiye bölünüyor, böylece tam ve yarım olarak
ifade ediliyordu. Türk insanı ise öteden beri daha küçük aralıklarla, Asya
bozkırlarında ifade ettiği şekilde, iki sesin arasını daha küçük parçalarla,
seslerle/aralıklarla ölçüyordu.
Türk müzisyenleri iki ses arasındaki (Örneğin DO-RE) bir tam sesi, dokuz eşit
parçaya bölmüş, böylece her bir parçaya da koma adını vermişlerdi. 1,2,3,4 vd koma
değerler ile mûsıkîsini icra etmeye ve bu değerlerden meydana gelen yedi sesli dizi
ile yeni formlar da bularak bestelerini yapmaya devam ettiler… Zira batının kullandığı

4

yedi ses, Türk müzisyenlerinin ufkunu açmış, ifadesini, duygularını bu yeni nota
sistemi ile daha da geliştirerek eserlerinde kullanmaya başlamışlardı…
Itrî, Hafız Post, İsmail Dede Efendi, Şakir Ağa, Sultan 3. Selim ve daha pek çok
müzisyen san’at değerleri çok yüksek eserler verdiler, yeni makamlar terkip
(oluşturmak) ettiler… Mevleviliğin kabulü sonrasında en yüksek form kabul edilen
ayin formunda besteler yaptılar…
Bu birikimler neticesinde Türk mûsıkîsi icrasında ve gelişiminde pek çok yenilikler
ortaya çıktı. Form olarak adlandırdığımız besteler belli bir sıralama ile icra edilmeye
başlandı. Günümüze doğru uzanan süreçte oluşan bu çizgi klasik mûsıkî çizgisi
olarak adlandırıldı…
Klasik çizginin (klasik fasıl da diyebiliriz) genellikle sıralanışı:
Peşrev, 1. Beste, 2. Beste, Ağır Semâi, Yürük Semâi ve Saz Semâisi olarak kısaca
adlandırabiliriz. Ancak icra edilme şekillerine bakıldığında; Meydan Faslı, Küme Faslı
vd. icralar olarak isimlendirildiği görülür. Günümüzde ise fasıl adına (21. yy)
yapılanlar, bu saydıklarımızın dışında çok küçük çapta, eski fasıllara göre kısa
zamanda icra edilen ve belli küçük formlar ile oluşturulmuş bir repertuardan öteye
gitmemektedir…


Tanburi Cemil Bey (1873-1916) yılları arasında yaşamış ve Türk mûsıkîsine yeni bir
soluk getirmiş bir büyük müzisyen olarak tarihe geçmiştir. O güne kadar yukarıda
saydığımız formda eserlerle icra edilen Türk mûsıkîsi gerek icra, gerek beste
yönünden ve de icra olarak büyük bir değişikliğe (eski deyimle: İnkilâb) uğramıştır.
Müzikolog Rauf Yekta Bey bu durumu, Tanburi Cemil Beyi anlatırken, şöyle izah
etmektedir:
“Tanbur tavrı, deyiminden amaç, bu güne kadar tanburilerimizin az çok değişikliklerle
kabul edip kullandıkları klasik dediğimiz geleneksel eski çalış şekli ise, kuşkusuz
Cemil Bey’in tavrı, tanbur tavrı değildir. Öyle olsaydı Cemil Bey’in diğer tanburilerden
bir farkı olmazdı. Hâlbuki o tanburda tam anlamıyla bir yeni başlangıçtır. Bunu
tamamile Tanrı vergisi olan yüksek mûsıkî zevki ve son derece kıvrak mûsıkî
zekâsıyla başarmıştır.”
Tanburi Cemil Beye gelinceye kadar icra edilen mûsıkînin nasıl olduğunu
bilemiyoruz. İsmail Dede Efendi’nin sesinin güzel olduğunu, 3. Sultan Selim’in Tanbur
çaldığını veya başka müzisyenlerin saz icrasındaki maharetleri ile meşhur olduklarına
dair çeşitli kaynaklarda belgeler bulunmaktadır… Ancak bu icraların nasıl olduğu
hakkında yeterli bilgi olmadığı, daha doğrusu yazılı kayıtlar dışında ses kayıtları
bulunmadığı için eski klasik icranın nasıl ve ne şekilde yapıldığı hakkında bir fikir
yürütmemiz doğru değildir.
Türk mûsıkîsi binlerce yıldan bu yana gelişerek varlığını sürdürmesini, mükemmel bir
yapısının olmasına ve bu yapının icracılarının başarısına borçludur. Rauf Yekta’nın
dikkat çektiği eski mûsıkînin, Tanburi Cemil Bey ile bir şekilde son bulduğunu
anlıyoruz. Zira Rauf Yekta Bey, eski icra tarzını dinleyerek yaşayan, aynı zamanda
Cemil Bey tarafından Türk mûsıkîsinin yeni bir icra tarzına kavuştuğuna şahit olmuş
bir müzisyen ve önemli bir müzikologdur.

5

Tanburi Cemil Bey yalnızca tanburu ile bir yenilik, bir başka icra tarzı, üslup
oluşturmamış, aynı zamanda tüm müzisyenlerin ufkunu açmış, bu yeni yoldan
kendisini takip etmelerini sağlamıştır.
Sazendeler onun gösterdiği yoldan giderek sazları ile bütünleşmiş, sazlarının bütün
imkânlarını (ses kapasitesini) özgürce kullanmışlardır. Aynı zamanda ses sanatçıları
da seslerini, serbest bir şekilde kullanarak, belli bir üslup içerisinde eserleri icra
ederek okumayı tercih etmeye başlamışlardır.
Bestekârlar, besteledikleri eserlerde, her ne kadar klasik üslubun tesirinde ve belli
kalıplar içerisinde olsalar da, her geçen gün yeni arayışlar içerisinde güzel eserler
verme yoluna gitmişlerdir…
1927 yılında Istanbul Radyosu’nun faaliyete başlaması ve Cemil Bey’in oğlu Mes’ud
Cemil Bey’in bu kuruluşun başına geçmesiyle belli bir disiplin altında mûsıkî icrasının
oluşması yeni bir adım olarak kabul edilmiştir. Zira radyoda gerek toplu (Koro) gerek
solo icralarda (Radyo ağzı) denilen tavrın belirlenmesi, icra güzelliği ile eserlerin daha
belirgin ortaya çıkmasına neden oldu…
Münir Nurettin Selçuk, radyo dışında da bu radyo ağzı üslubunu kitlelere verdiği
salon konserlerinde icra ile dinletmesini bilmiştir.
Aynı zamanda zamanın gazinolarında da bu ciddiyet ve san’at değeri yüksek icra
tarzı, okuyucuların ve sazendelerin başarı kazanmalarında etken olmuştur. Zira
Tanburi Cemil Bey çizgisinden giderek eser beste ve icrasında olanlar daima tercih
edilmiş ve hep alkışlanmıştır…
Cemil Beyin başlattığı Türk mûsıkîsindeki bu yeni çizgi veya oluşum, ses ve saz
dünyasında geçmişin klasik üslubunun yaşatılması ve geliştirilmesi olarak günümüze
kadar sürmüştür…
Cemil Bey çizgisini sürdüren; Tanburi Kadı Fuat Efendi, Tanburi Refik Fersan,
Tanburi Mes’ud Cemil, Tanburi Necdet Yaşar, Neyzen Niyazi Sayın gibi üstün saz
icracıları Türk mûsıkîsinin son yüzyılda öne çıkmış en önemli isimleri olarak ön plâna
çıkmışlardır…
Münir Nurettin Selçuk, Alâeddin Yavaşca, Bekir Sıdkı Sezgin, Meral Uğurlu ve daha
pek çok ses sanatçısı da Cemil Bey çizgisinde isimlerini Türk mûsıkîsi tarihine
yazdırmışlardır…
Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Zeki Arif Ataergin, Şerif Muhiddin Targan başta
olmak üzere pek çok bestekâr ve sazende, bestelerinde ve sazlarında ustalıklarını
göstererek, Cemil Beyin kendilerine açtığı yoldan ilerleyerek Türk mûsıkîsine güzel
sesler; kıymetli eserler armağan etmişlerdir…


2021 yılının son günlerinde hayata veda eden Alâeddin Yavaşça, bir hekim, bir
müzisyen ve güzel bir isim olarak bu dünyadan göçüp gitmedi… Ardında mükemmel
bir hayat, 95 yıl gibi uzun denilebilecek bir ömür içinde pek çok mükemmel san’at
olaylarına imza attı. Bestekârlığı, icrakarlığı, koro yönetimi, müzik kitapları gibi
faaliyetlerinin yanısıra aynı zamanda öğretmenlik gibi kutsal bir işlevi de hepsinden
fazla zevk ve heyecanla yaptı. “Öğretmenlik, beni her zaman heyecanlandırır ve tarifi
imkânsız bir his verir” diyerek bu hissiyatını daima ifade etmiştir…


6

Dr. Alâeddin Yavaşca’yı 1962 yılında tanıdım. Yaşım küçük ve özellikle müzik
kültüründen bihaber olduğumdan, derslerimize girecek hocalarımız sanki normal
okullarda okurken ders saatinde derse gelen öğretmenler gibi olacak sanıyordum…
Ne var ki daha ilk dersten önce, beni küçük bir odada imtihan eden ve iyi not vererek
kaydımı yaptıran Rüştü Eriç Hocadan başlayarak bir başka dünyaya adım attığımı
anlamam uzun sürmedi.
Bir gazete ilanı ile gittiğim dersane meğer o tarihte Istanbul Belediye Konservatuarı
dışında eğitim veren ilk Özel Türk Mûsıkîsi Konservatuarı adı ile faaliyet
gösteriyormuş ve açılalı da bir yıl olmuş. Melahat Pars, Mülkiye Ecevit (Toper), Rüştü
Eriç, Alâeddin Yavaşca, Halûk Güneyli, Cevdet Çağla, Cahit Peksayar, Neriman ve
Nida Tüfekçi çifti, Orhan Dağlı gibi o devirde Istanbul Radyosunun isim yapmış
isimlerinden çok kıymetli bir kadro ile eğitim veriyormuş. Bir sonraki yıl Şefik
Gürmeriç, Süheyla Altmışdört, Göksel Baykut (Çeliker) gibi isimler de kadroya dâhil
oldu. 1961-1965 yılları arasında eğitim veren bu güzel kuruluş, ne yazık ki
anlayamadığımız sebeplerden ötürü faaliyetini sonlandırdı…
Sıkı bir imtihan ile alınan talebelerin hemen hepsi oldukça yetenekli idi. Hem talebeler
hem de hocalar zevkle, büyük bir gayret ve disiplin içerisinde dersleri aksatmadan
sürdürüyorduk…
Hocalarımızın hepsi birbirinden değerli isimlerdi. Hemen hepsinden ayrı ayrı
bahsetmek isterim. Ancak bu yazımda babacan tavrı ve daima gülümseyen gözleri ve
esprileri ile bizlere hitap eden, güven veren Dr. Alâeddin Hocamı anlatmak istiyorum.
Alâeddin Yavaşca, otuz beş yaşında iken maddiyatı düşünmeden bu dersanede ders
vermeye gelmişti. Derslerimize girdiğinde, O’nun gür olduğu kadar bir o kadar da
yumuşak, insanın içine işleyen sesi ile üzerinde hassasiyetle durduğu eserleri,
kendine has bir üslupla okuması hepimizin büyük ilgisini çekiyordu. O yaşlarda
sebebini anlayamadığımız bir ilgi ile O’nu dinliyorduk. Okuduğu eserin her satırı bir
yana, her kelimesini, her notasını, verdiği seslerin aynısını bizlerden istiyordu.
Bıkmadan usanmadan da tekrar ediyor, hem tam okumamızı, hem de eserdeki
nüansların yanısıra, güftedeki sözlerin anlamlarını izah ediyor, öğretmeye
çalışıyordu. Nota seslerini verirken hem nüansa, hem de kelime anlamının nota,
nüans, üslup vs. gibi özelliklere dikkat etmemiz gerektiğini, zira bunların bütünleşmesi
halinde başarıyı yakalayacağımızı, eserin bir başka hayatiyet kazanacağını ifade
etmeye çalışıyordu. O günlerde bu çok zor gelen çalışmanın bizler açısından bir
başka zevk verdiğini, daha da fazlasını istemek gibi bir arzu içerisinde, derslerin hiç
bitmesini istemediğimizi şimdi daha iyi anımsıyorum. Bunun neden böyle olduğunu
şöyle izah edebilirim: Eylül ayında başlayan dersler bir yılın sonrasındaki Mayıs ayı
sonu geldiğinde, sınıfta ders gören yirmi talebe olarak, hepimizin dersleri aksatmadan
sezonu tamamladığını (8 ay boyunca) hatırlıyorum. Zira yıllar sonra da orada ders
alan arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde hep bunu konuşurduk…
Yıllar yılları kovaladı, zaman uçtu gitti. Arkadaşlarımızın bazıları radyolarda,
korolarda veya eğitim kurumlarında, cemiyetlerde görev aldılar. Bir çoğu da iyi birer
amatör olarak hayatlarını sürdürdü…
Eğitim gördüğüm dönemlerde aldığım notları, ağabeyimle aynı okuldan (iktisat)
arkadaşı olan Necdet Yaşar üstada gösterirdim. Zira arkadaşları ona ismiyle hitap
etmez, üstad derlerdi. Notlarımı devamlı gösterdiğim üstad bir gün: Ne o kitap mı
hazırlıyorsun, demez mi?

7

Aman ağabey dememe rağmen onun teşviki ile hazırlığı yaptım.1973 yılında ilk
kitâbım olan “TÜRK MÛSIKÎSİ DERSLERİ” böylece yayınlandı… Çok da ilgi gördü.
Hocam Alâeddin Yavaşca’dan kitabımdan dolayı tebriklerini almıştım. Bu kitabımda,
tasavvuf bahsinde anlatmaya çalıştığım bölümlerde olan “Ezan” için Hocamdan
notasını yazmasını rica etme cesaretini gösterdim. Hiç üşenmedi ve Hicaz ailesini
müşterek kullanarak Ezan’ın notasını yazdı, kitabımda yayınladım.
Daha sonraki kitaplarımda da tebriklerinin yanısıra katkıları oldu, önsözler yazdı.
Hocamın her önüne getirilen çalışmaya kolay kolay bir şeyler yazmadığını daha
sonra öğrendim…
Birgün Hocama: Hocam, siz kişiliğiniz ve sanatınızla çok aranılan, saygı duyulan bir
müzisyensiniz. Pek çok yere konser davetlerine gidiyorsunuz. Ancak Anadolu’da pek
çok dernek sizi görmek, birlikte olmak, konser vermek istiyor. Ne var ki cesaret
edemiyorlar… Beni de bu istekleri için bazı dernekler sıkıştırıyor, gitmek ister misiniz?
Hocamın verdiği cevap müthişti:
Ne demek evlat, aldığımızı vermek zorundayız. Sen görüş, uygun olanlara gideriz…
Böylece Hocam ve yanında sevgili eşi ile Anadolu yollarına düştük. Mutlu olduk,
mutlu ettik… Güzel hatıralar ve dostluklarla döndük…
Bir gün sanırım Eskişehir’den dönüyorduk. Öğle saatinde Sapanca’ya yaklaşmıştık.
Benim araba ile seyahat ediyorduk. Hocama:
Vakit erken, Sapanca tepelerine çıkar mıyız? Diye sordum.
Kaptan sensin evlat, dedi.
Yukarıda tanıdığım bir ailenin üç beş dönüm içerisinde, yeşillikler içerisinde olan bir
yazlıkları vardı. Tabii bizleri görünce ortalık karıştı. Onları Hocamla baş başa bırakıp
bahçeye daldım. Ağaçlardan dut, yerlerden çilek topladım. Bir kaba doldurup doğruca
Hocama götürdüm, gösterdim. Hocamın da böyle bir bahçesi vardı, tabiatı severdi.
Meyveleri görünce sevinçle birkaç meyve alarak yemeye başladı. Aman Hocam
yıkamadım deyince:
Evlat bu dağ başında toz duman mı olurmuş. Üstelik tam organik bunlar…
Alâeddin Yavaşca Hocam çocukla çocuk, büyükle büyük bir karaktere sahip
mükemmel bir insandı. Kolay kolay yanlışa düşmezdi. Olgun, eskilerin deyimiyle
“kâmil” bir insandı. Her ortama uymasını bilen nadir insanlardan biri idi. Kişiliğinden
ödün vermez, kişiliğiyle kendini kolayca kabul ettirirdi. Hiç kimseyi üzmez, kendisini
de üzmelerine fırsat vermezdi.
Tanburi Necdet Yaşar, Udi Rüştü Eriç ve daha pekçok kıymetli sazendeyi
radyolarımıza kazandırmıştı. Istanbul (İTÜ) Türk Mûsıkîsi Devlet Konservatuarı
kurulunca, o tarihlerde İzmir Radyosunda görevli olan Bekir Sıdkı Sezgin’i de
Istanbul’a getirmiş, hem konservatuar hem de Istanbul Radyosunda görev almasına
sebep olmuştu…
Bu konuyu şu nedenle yazıyorum. Alâeddin Yavaşca kıskançlık göstermezdi. Değeri
olana gereken değeri verir, o kişi için elinden gelen gayreti gösterirdi. Belki bir
başkası olsa Bekir Hocayı elinden tutup Istanbul’a getirmek yerine rakip kabul ederek
sırtını döner, hatta zorluk bile çıkartabilirdi.
Alâeddin Yavaşca ve Ayten Hanımın çocukları olmadı. Bunun üzerine bir karar alarak
üzerlerinde olan mal mülk ne varsa bağışta bulunmaya karar verdiler. Cemal Reşit

8

Rey Konser Salonunda yapılan toplantıda Hocamı sahneye davet ettiler,
heyecanlanmıştı:
-Vefatımdan (Ayten Hanım ile) sonra bizlerin her türlü varlığı, eserlerimden gelecek
(kitap/beste) telif hakları dâhil bu eğitim vakfına bağışlıyorum. Böylece bizim de
çocuklarımız olacak, hem de tam üçbin beşyüz çocuk…
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca, özellikle klasik eserleri bir başka icra ederdi. Her tür eseri
rahatlıkla okurdu. Ancak klasik eserlerden yaptığı programlarda ayrı bir titizlik
gösterir, o eserleri yapıldığı dönem hangisi ise adeta o devri yaşayarak icra ederdi.
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca hakkında çok şeyler yazıldı, anlatıldı, anılmaya da devam
edilecek. Ben de bu yazımla O’nu anmak, yaşamak, yaşatmak istedim. Bu nedenle
geçmişte oluşan Türk mûsıkîsi klasik çizgisinin nasıl oluştuğu hakkında kısa bir bilgi
vermeye çalışarak yazıma başladım. Zira bu çizginin en son icracılarından ve en
önemli müzisyenlerinden biri olarak sevgili hocamız geride bıraktıkları ve de sesi ile
(Altın hançere olarak isim verilmektedir) tarihe adını yazdırmıştır…